Thursday, October 31, 2013

Küçük Bir Alışveriş ve Okunmayı Bekleyenler

Evde, rafların üzerinde göz kırpan bebeklere rağmen içimdeki kitap alma isteğini bastıramıyorum, bastırılmıyor. İnternette fazla oyalanan biri olunca da yeni kitap haberlerini gördükçe bu istek kabarıp duruyor. Uzun bir süre dişimi sıksam da, sonunda kitap açlığına yenik düştüm.

Kitapların evde durmasında hiçbir sorun görmüyorum, ancak okunmayan kitaplar diz boyunu aşıp, yoğunluğum dolayısıyla da kitapları çabucak okuyamayınca bi' daral geliyor insana. Diyorum bitireyim şu kitapları sonrasında on tane aynı anda alacağım, yok olmuyor.

Neyse lafı fazla uzatmadan iki yeni ciciyi taktim edeyim;

İki kitap da hiç hesapta yoktu. Kitapçıya aklımda bambaşka düşüncelerle girdim, bu iki kitap elime nasıl düştü inanın ben de bilmiyorum. Bu aralar zaten adam akıllı boş zamanım kalmadığından beni yormayacak, gayet çerez kitaplar bakıyordum. Her ne kadar Apollyon bu niteliğe uysa da Hayvan Mezarlığı biraz değişik oldu. Şu anda kapaktaki kedicikle bakışıyoruz. Rüyama girmezse iyi.

Yarım Kalanlar ve Okumayı Bekleyenler

Türlü türlü sebeplerden bir sürü kitap yarım kaldı, çoğunun kapağı bile açılmadı. Kitaplığa baktıkça daha da mı çoğalıyorlar anlamıyorum ki. Bir bitmediler gittiler.


  • Vahşi (Gece Evi Serisi #4)
  • On Üç Yıl Sonra (Danilov Beşlemesi #2)
  • Yoklar (Yoklar Serisi #1)
  • Savaş ve Uyanış (Vampir Günlükleri Serisi #1)
  • Rüya Avcısı
  • Şeytan ve Şair
  • Amerikan Tanrıları
  • Sistem
  • Yıldızları Saymak
  • Fahrenheit 451
  • Filler İçin Su
  • Özgür Ruh Fini
  • İmkansız Aşklar Evi
Bu kadar mı? Tabii ki hayır. Devam kitapları, İngilizce kitaplar ve diğer evdeki bir yığın kitapla birlikte otuza yakın kitap okunmayı bekliyor. Biri bana yardım etsin.

Wednesday, October 30, 2013

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!

Dün hiç evde bulunmadığımdan dolayı blogta kutlayamamıştım, ancak gecikmeli olsa da unutmak olmaz. Bir gün değil, her gün kalbimizde olsa da...

Tüm Türkiye'nin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun. Özgür bir ülke dileği ile...


Sunday, October 27, 2013

Karşınızda Dracula... ve Jonathan



Jonathan Rhys Meyers'a olan hayranlığımı bilmeyen kaldıysa ayıp. Evet, itiraf ediyorum; diziye sırf onun için başladım. Pişman da olmadım.

Çekimler, oyuncular, replikler dört dörtlük olmuş. Dizi biraz karanlık haliyle, adı zaten Dracula başka ne beklenir? Ama birinci sezonunda sadece on bölüm bulunduğundan bu da bir dert olmaktan çıkıyor. Fakat dizinin sadece on bölüm oluşu, ileride bizi çok üzecekmiş gibi. Şimdiden ikinci sezon izni verilsin de bir tesellimiz olsun bari.

Eh, tabii sadece ilk bölümden size bütün dizinin analizini çıkartamam. Ama bölüm, hiç ilk bölüm gibi değil; gayet de dolu dolu. Dövüş desen dövüş, kan desen kan, görsellik desen görsellik...  Bir de karizmatik oyuncular olunca baya iyi olmuş Dracula. Acaba diyorum gözlerim sadece Jonathan'ı gördüğünden mi böyle ama yok yani. Kıyafetler, dekorlar oldukça göz doldurucu.
 Bir de ileride azıcık daha dehşet görürsek süper bir şey olur bu dizi, inanıyorum.

Konusunu açıklamaya pek gerek duymadım ama kısaca şöyle başlıyor hikaye, 1881 yılında, kana susamış Dracula uyanıyor ve Londra'da, Amerikalı bir sanayici kimliği arkasında Ejder Tarikatı'ndan intikam almaya çalışıyor. Ben biraz daha tüyo alıp öyle başlayayım diyorsanız diziye yazıyı okuduktan sonra buradan fragmanını da izleyebilirsiniz.

Diziyi izlerken Jonathan'ın aşina olduğum İngiliz aksanı olmayınca bir tuhaf oldum. Ama adamın ses tonuna her şey yakışıyor cidden. Bir de onu böyle kötü kalpli tavırları içinde görmeye alışamadım hala. Bir gülsün de kalbim çarpsın diye bekliyorum.Delikanlı pozlarıyla yer etmiş beynimde, Kemikler Şehri'nde gördüğümde de afallamıştım. Ne var ki ağır abi tarzıda pek bir yakışıyormuş aşkıma. Yine de bıyıksız daha iyisin.
Yazıya bakıyorum da her taraf Jonathan. Biraz da diğer oyunculardan bahsedeyim (ne kadar mümkünse). Tanıdık yüzlerden Oliver Jackson-Cohen, Jessica De Gouw, Thomas Kretschmann var. Ben Miles ve Miklos Banyai ise yeni tanıştığım iki isim. Kadro güzel olmuş bana kalırsa. Jessica'yı Arrow'da da sevmiştim zaten. Şimdi tek dileğim dizi iptal edilmesin. 

Sonuç olarak Jonathan aşkımı okudunuz. Bir şarkı söylese de mutlu olsam. Nesi özel bu oğlanın, derseniz de buradan alayım sizi. Sonra da buraya uğratayım.




Aksiyon, Korku ve Dram






Man of Steel

Koyu bir Batman hayranı olduğumu herkes bilir. Yani efsanevi "Batman mi Superman mi?" tartışmasında beş cümleyle Batman'in daha iyi olduğunu açıklayabilecek bir gücüm var. Ama bu film sayesinde Superman'e laf atmaktan vazgeçtim yani diyeyim. Adamlar yapmış.

Başlarda filmden o kadar etkilenmesem de sonra sonra sevdim. Ayrıca ilk defa bir filmde Russell Crowe'dan hoşlanmadım. Oyunculuğu bu sefer gözüme o kadar iyi gelmedi ne bileyim.

Aksiyonun bol olduğu, heyecanın kesilmediği, güzel görüntülere sahip bir süper kahraman filmi. "Bir aksiyon filmi izleyeceğim" diyerek başlamalısınız ilk önce olaya. Yoksa öyle her filmde Inception'daki gibi mindfuck ögeleri bulmayı umarsanız süper kahraman filmi izleyemezsiniz. Yoksa ben de biliyorum başka gezegenden gelenlerin İngilizce'yi anlamasının imkansız olduğunu.

Bu tarz filmler hep güzeldir bana göre. İyi bir yönetmen olunca bambaşka oluyor tabii. Yere göğe sığdıramayacağım, "hadi oğlum şu filmi bi daha izleyelim" diyeceğim bir film olmadı. Ama kötü bir film olmadığı da ortada.

Bir de Henry Cavill'i  bu filmde bir ayrı sevdiğimi söylemeliyim. Gelecek filmde (Batman vs Superman) bu adamın karşısına Ben Affleck gibi birini çıkaracaklarını hala aklım almıyor. Çare Christian Bale. Bak yine kötü oldum.





The Conjuring

Hayatımda hiç bu kadar zor film izlememiştim. Bir daha korku filmlerine sinemada gitmek yok. Yazıyorum bunu bir kenara.

Hayır yanlış anlamayın korktuğumdan falan değil, aksine izlerken gülme krizine girdiğimden. Film çok güzeldi, gerek oyunculuklar gerek görüntüler çok başarılıydı. Kaliteli korku filmi, özellikle de exorcism filmi zor buluyoruz. Alıp bağrımıza falan basalım bari bunu.

Korkunç muydu? Evet. O kadar korkunç muydu? Hayır. Yerinde olmuştu bence efektler. Bir iki yerde yerimden hopladım, bir ara gözlerimi kapama isteği geldi. Ama diğer izleyenlerin tepkilerinden sanırsınız ki dünyanın en korkunç olayına şahit oluyorlar. Kapı gıcırdıyor çığlık, ışıklar gidiyor çığlık. Arkadaşlarım da bana diyorlar ki "Kızım sen nasıl korkmuyorsun?" omuz silkip diyorum bünye alışkın.

Filmin gerçek olup olmadığıyla da ilgili birkaç şey söyleyeyim. Paranormal olaylara karşı ilgiliyimdir. Hiçbir zaman inanıyorum ya da inanmıyorum demem. Güvendiğim tek şey bilimsel gerçeklerdir. Ama ilgiliyimdir yani. Arkadaşlar bu bir biyografi filmi olabilir, ama bir belgesel değil. İnternette bu filmdekilerle ilgili kanıtlar bulmanız gerçekliğini kanıtlamıyor. Daha önce birçok filmde de yaşandı aynısı. Kanıt niteliğini taşıyan bir sürü site, fotoğraf olmasına rağmen hepsinin yalan olduğu ortaya çıktı sonradan. Eğlenmek için izleyin bunları, bilgi toplamak için değil.




Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın

Genelde izlediğim bütün kitap uyarlamalarından sonra hayal kırıklığına uğrarım. Film güzelse bile hayıflanırım kitaptaki şeyler eksikti diye. Bu filmde de eksik miydi? Eksikti.

Beyaz kıyafetler. "Black" ve" kırmızı". Anna. Hiroshima. Mr. Black. Ron. İcatlar...  başta yoklukları etkiler diye düşündüm. Etkilemedi. İnsanlar biraz uğraşınca oluyormuş demek ki. Filmden beklentim vardı haliyle, ama kitaptan farklı olacağını bilerek izledim. Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın gibi olağanüstü bir kitabın iki saat içine, yazarın o üslubu gibi derin bir şekilde sığdırmak zaten imkansızdı. Ama yönetmen ve senarist ellerinden gelenin en iyisini yapmış, belli. Mükemmel bir film olmuş.

Oyunculuklar en üst düzey, çekimler bir harikaydı. Filme koyamadıkları her ögeyi yönetmen bir şekilde tamamlamaya çalışmış. Normalde eleştirecek birçok şey bulurum, hele de izlediğim filmin bir kitabı varsa. Burada burun kıvırdığım tek şey Oskar'ın annesi oldu. Kitapta nasıl bir insan olduğu sizin vicdanınıza bırakılıyorken filmde tek yönlü gösterilmiş. Kitaplar ve filmler arasındaki en büyük fark da bu sanırım. Hayal gücü.

"Bu da kitabı kadar can yakıcı mıydı?" derseniz evet derim. Oskar'ın o masum suratını göz yaşları içinde görmek hele... cümleleriyle beni yerden yere vurdu kitaptaki gibi. Zaten Thomas Horn'u himayem altına alasım var, bir de böyle bir hikayede olunca daha da bir hüzünlü oldu. Bir yerden sonra göz yaşlarım tükendi.

Sonuç olarak, üşenmeyip filmi izlemeden önce kitabı okuduğum için şükrediyorum. Sizde mutlaka kitabını alıp okuyun, ardından da filmini izlemeyi sakın unutmayın. İkisi de birer başyapıt.





Friday, October 25, 2013

İnceleme: Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın



Kitap: Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın
Orijinal Adı: Extremely Loud and Incredibly Close
Yazar: Jonathan Safran Foer
Yayıncı: Siren Yayınları
Goodreads Puanı: 3.98 (180.240 oy)
Sayfa Sayısı: 366

“Göz kamaştırıcı fikirlerle dolu, zeka fışkıran bir roman.” – The New York Times

11 Eylül'de babasını kaybeden Oskar, birkaç sene sonra mavi bir vazonun içinde bir anahtar bulur… Anahtar babasına aittir ait olmasına da, New York şehrindeki 162 milyon kilitten hangisini açmaktadır?

Amerikalı yazar Jonathan Safran Foer, Günther Grass'ın Teneke Trampet'inden, Paul Auster'ın Ay Sarayı'ndan ve Italo Calvino'nun yazınındaki muzip dinamizmden izler taşıyan Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'da insanlık deneyimini şaşırtıcı tesadüfler, derin acılar, büyük yalnızlıklar, iç içe geçmiş hayatlar ve sınırsız bir yaşama sevinci merceğiyle konu ediyor. Amerika'da büyük ilgi gören ve ses getiren roman, akıcı dili, zengin anlatımı ve çığır açan tekniğiyle içinde yaşadığımız zamanların bir klasiği.

“Azıcık öpüşebilir miyiz?” dedim.
“Pardon?” dedi ama yüzünü geri çekmedi. “Benim sizden hoşlandığım gibi, sizin de benden hoşlandığınızı görebiliyorum.” “Bence iyi bir fikir değil bu,” dedi. Hayal kırıklığı 4. Neden, diye sordum. “Çünkü ben kırk sekiz yaşındayım, sen ise on iki,” dedi. “E?” “Ve evliyim.” “E?” “Ve seni tanımıyorum bile.” “Beni tanıyormuşsunuz gibi gelmiyor mu size yani?” Yanıt vermedi. “Kızaran, gülen, dine inanan, savaş açan ve dudaklarıyla öpüşen tek hayvan, insandır,” dedim. “Yani bir bakıma, ne kadar çok dudaktan öpüşürsen o kadar çok insansın demektir.” “Ya daha çok savaş açarsan?” Bu sefer yanıt veremeyen bendim. “Sen tatlı bir çocuksun,” dedi. “Delikanlı,” diye düzelttim. “Ama bence bu, iyi bir fikir değil.” “İyi fikir olmak zorunda mı?” “Bence zorunda.” 

“Hiç değilse bir resminizi çekebilir miyim?”

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, kayıplara, arayışlara, insan ilişkilerine, yalnızlığa, kalabalıklara, acıya ve coşkuya, içinde yaşadığımız şehirlerin labirentlerine, asla adresine ulaşamayan mektuplara, gece yarısı anlatılan masallara, rüyalara ve gerçeklere, söylenen ve asla söylenememiş sözlere dair çarpıcı, eğlenceli, sürprizli ve birazcık da sihirli bir roman. 

“Foer okurun elini insanlığın ve insan ilişkilerinin üstün güzelliğinin tam kalbine yerleştiriyor. Okuyun, hayatın nabzını hissedeceksiniz.” – 
Philadelphia Inquirer



Tuesday, October 22, 2013

Bir Bayram Yazısı

Çocukluktan çıktığımdan beri, dini bayramlara olan heyecanımdan eser kalmadı. Bir zamanlar bayram çikolatasının benim için ayrı bir yeri vardı. Artık akraba gezelim, tanıdıklara gidip el öpelim olayına pek samimi yaklaşmadığımdan ben ve ailem için bayram genellikle birinci ve ikinci gününde biterdi. Bu sene ise teyzemlerle beraber geçirdiğimiz bir akşam yemeğinden ibaret oldu bayram ananem de şehir dışına çıkınca.
Ama dokuz gün tatil olduğu gerçeği değişmiyor.

OYUNLAR

Tabii tatil olunca ablam ve abim de soluğu bizde aldı. Canım abicim de gelirken güzellikler getirmeyi unutmamış. Bütün bayramı oyun oynayarak geçirdim, desem yeridir.

The Last of Us

Abimin oyunu aldığını duyunca YouTube'dan bile izlemedim spoiler almayayım diye. Abim gelince akşamına başladım tabii, bir hafta sonra da bitti. En sevdiğim oyunlardan biri olmayı başardı. Öldüm öldüm dirildim oynarken. Adamlar yapmış yani. Olmuş bu. "Oyun dediğin böyle olur!" diyip öne atasınız geliyor yani. Karakterlerin geçmişleri, yapıları bile o kadar etkileyiciydi ki inanamazsınız.

Tüylerimi diken diken etti, heyecanlandırdı, korkuttu... Görüntüleri zaten inanılmazdı, kurgu bir başka güzel. PS3 sahipleri hiç beklemeden alsın.

Mortal Kombat vs DC Universe

"Batman varsa ben de varım!" diyerek başladım tabii oyuna, zaten DC Universe hayranıyım. Mortal Kombat 9'un bir dönem manyağı haline gelmiş olsam da hiç bu oyunu oynama fırsatı yakalayamamıştım. Gayet eğlenceli, ancak MK 9 görsel yönden daha tatmin edici. Bu tarz bir oyun arayanlara onu tavsiye etmek daha mantıklı olacak.

Heavy Rain

Beyond: Two Souls'dan önce bir alıştırma olsun diye başladım, bitiremedim ancak keyifi bir oyundu. Bir karaktere bağlı kalmadan değişik maceralara atılıyoruz.


Rain

Mükemmel bir oyun. Hem görsel yönden hem de kurgusal olarak oldukça başarılı. PS3 Store'dan alıyorsunuz oyunu, mağazalarda bulunmuyor. Yanlış hatırlamıyorsam 25 lira civarı da bir fiyatı var.

Bunun dışında Rayman Origins, Thomas Was Alone, The Wolf Among Us ve feci derecede korkutucu olan Outlast'ı oynadım. Özellikle Outlast ve Rayman(zaten Android oyunlarında da favorilerimden) çok keyifli.


FİLMLER


Red Lights

Süper bir kadro, süper bir konu, süper çekimler, süper bir son. Sonuç olarak çok başarılı bir filmdi Red Lights, Türkçe ismiyle Medyum. Paranormal güçleri olduğunu savunan dolandırıcılara yer bırakmayan Psikolog Bayan Matheson ve Fizikçi Bay Buckley, bir medyum olan(olduğunu savunan) Simon Silver'ın yeniden sahnelere dönmesiyle kendilerini bir maceranın içerisinde buluyorlar, biz de keyifle izliyoruz.




 
World War Z

 Zombi  filmlerini zaten severim, içinde Brad Pitt olunca daha güzel oluyormuş. Yine her yönden
doyurucu bir filmdi. Ama tabii biz alışmışız oyunlardan, zombi olunca illa bir silahlı çatışma bekliyoruz. İzlerken Brad eline ne zaman adam gibi bir silah alacak diye bekledim bekledim durdum. Sanki daha uzun sürse de olurmuş, dedirten bir filmdi. İyiydi yani. Tavsiye ediyorum.


 

Kelebeğin Rüyası

Oscar aday adayı olduğu gibi bir söylem sosyal medya da yayılınca, hazır tekrar sinemalara dönmüşken biz de gidip izleyelim dedik. İzlediğim en başarılı Türk filmlerindendi. Belki en başarılısı bile olabilir. Oyunculuklar inanılmazdı, konu da öyle. Görüntülerin bu kadar iyi olacağı aklımın ucundan bile geçmiyordu, filmde emeği geçen herkese tebrikler. Tam ödüllere layık bir film olmuş. Mutlaka izleyin. Yılmaz Erdoğan'ın, geçmişimizden bu denli gömülmüş bir parçayı ortaya çıkarması çok güzel olmuş.

Tatilim yukardakiler ve bolca ödev yapmaktan ibaretti. "Ee, kitap nerde hani?!" derseniz o da yakında -umuyorum ki- incelemesiyle geliyor. Siz neler izlediniz, oyun, film, kitap tavsiyeleriniz var mı yorum yazmayı unutmayın! Yeni yazılarda ve yorumlarda görüşmek üzere, sanatlı günler.





Monday, October 14, 2013

Hürriyet Bumerang Ödülleri

    Merhabalar! Ufak bir şey söylemek için buradayım. Biliyorsunuz, blogta çeşit çeşit şeyler yapmaya, kendi tarzımı olağanca yansıtmaya ve sürekli bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Bu çalışma isteğini de sizin desteğinizle buluyorum. Yorumlarınız, tavsiyeleriniz benim için çok değerli. (Yeri gelmemişken de teşekkür edeyim).
   Mükemmel bir blogum var falan diyemem asla, ama elimden geldiğince daha iyi bir şeyler çabalıyorum sürekli. Bu yılki Hürriyet Bumerang Ödülleri'ne, En Çalışkan Blog kategorisinde aday olarak bulunuyorum. Buradan oy verirseniz çok memnun olurum. Teşekkürler!


Sunday, October 13, 2013

İnceleme: Opal

 

Kitap: Opal (Lux #3)
Yazar: Jennifer L. Armentrout
Yayıncı: DEX
Goodreads Puanı: 4.48 (23.639 oy)
Sayfa Sayısı: 420



                                                   "Sanırım kalbim duracak.."

Hâlâ kendini beğenmiş öküzün teki olsa da artık Daemon’a direnmekten vazgeçtim çünkü, off… ona çılgınlar gibi âşığım.

Daemon’ın duygularından bir türlü emin olamıyordum ama son günlerde hiç tahmin etmediğim kadar ciddi olduğunu kanıtladı. Birlikte akıl almaz tehlikelerden geçmiş ve bölük pörçük ilişkimizi bir araya getirmeye kendimizi öyle kaptırmıştık ki… şey… ah tamam, söylüyorum işte: O yanımdayken tüm bedenimin
titremesini dindiremiyorum, birlikteyken adeta ateş alıyoruz.
 

Ama bizim dışımızda bir sürü sorun var. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ailesini koruyamıyor, ona yardım etmeliyim.

Yaşadıklarımdan sonra artık eski Katy değilim. Bambaşka biriyim, geleceğim öyle belirsiz ki… Bizi sorunların çözümüne yaklaştıran her adım, aslında içinden çıkamayacağımız korkun bir organizasyonun parçalarına götürüyor.

Ölümler hâlâ acı veriyor, yardımlar en beklenmeyenden geliyor ve dostlar en ölümcül düşmanlara dönüşüyorlar ama biz geri adım atmayacağız. Sonunda dünyamız sonsuza kadar paramparça olsa bile.

Birlikte güçlüyüz... ve onlar bunu biliyorlar




Friday, October 11, 2013

3. Çekiliş Sonucu

Bir çekilişimi daha sonlandırmış bulunuyorum. Parıl parıl üç kitap, kazanana gönderilmek üzere masamın üzerinde bekliyor. Ayy ben bile heyecanlandım sonuç için.

Öncelikle belirteyim, zorunlu alanları (izleyicim olmak, e-mail yazmak vs...) doldurmayanlar çekilişe dahil olmadılar. Tavsiye gibi alanları boş bırakıp "yaptım" olarak işaretleyenlerin ise o artı puanı sayılmadı.

Daha fazla uzatmadan kazananı açıklayayım bari.



Tebrikler Derya Alabaş!
Kitaplarla birlikte, bir de minik bir paket bekliyor seni.

Kazanamayanlar, tabi ki yılmak yok. Herkese kitap göndermeden çekilişlere son vermeyeceğim, önümüzdeki haftalarda yine çekilişlere yer vereceğim. Bu sefer birkaç seçenek sunan tarzdan bir şeyler yapmayı istiyorum.

Ayrıca yazdığınız, kitaplarla ve blogla ilgili tavsiyeler için de çok teşekkürler. Yeni bir "alınacaklar listesi" oluşturdum ve çok yakında yeni bir blog temam olacak. Becerebilirsem yani, blog temasının nasıl düzenlendiğiyle ilgili en ufak bir fikrim olmadığını söylesem?

Hepinize iyi bayramlar, dokuz günlük tatilin tadını çıkartın!

Tuesday, October 8, 2013

İnceleme: Vahşi Şeyler/The Wild Things



Kitap: Vahşi Şeyler
Orijinal Adı: The Wild Things
Yazar: Dave Eggers
Yayıncı: Siren Yayınları
Goodreads Puanı: 3.45 (4.655 oy)
Sayfa Sayısı: 238

Maurice Sendak ve Spike Jonze işbirliğiyle...
Edebiyatın harika çocuğu Dave Eggersdan tüm haylazlara, yaramazlara ve yaramazlıklarından ilham alanlara bir başucu kitabı!
Kimi zaman tuhaf, kimi zaman karanlık ama mucizelerle dolu...
Dave Eggersın romanı da tıpkı çocukluk gibi.
The Independent

İçinde yaşadığı dünyaya sığmakta güçlük çeken, dünya karşısında kafası karışan ama onu keşfetme hevesi ve enerjisi hiç tükenmeyen, yaramaz bir çocuk: Max.

Müthiş Dâhiden Hazin Bir Eser ve Ne Nedir kitaplarının on parmağında on marifet yazarı Dave Eggers bu defa sıra dışı bir çocuğun sıra dışı hikâyesini olanca içtenliği ile sayfalara döküyor.

Maurice Sendakın, çevrildiği tüm dillerde toplamda 19 milyon okura ulaşan aykırı ve kült çocuk klasiği Where The Wild Things Aredan uyarlanan roman, Eggersdan çocukluk hayallerine ve dünya sancılarına bir saygı duruşu niteliğinde. Harekete geçmeye ve kendi yolunu çizmeye, bağırmak yerine ulumaya, söz dinlemektense hayır diye haykırmaya ve en önemlisi, ne olursa olsun düşlerden kopmamaya yönelik bir güzelleme.

Vahşi Şeyleri ünlü yönetmen Spike Jonze ile birlikte senaryolaştırarak beyazperdeye de uyarlayan Eggers, kendi yaşantısından unsurlarla harmanladığı romanda tozpembe çocukluk hayallerini değil, olanca "vahşiliğiyle" çocukluğun inişli çıkışlı etaplarını ve düşlerin sınırsızlığını ortaya koyuyor. Maxin macerası, yediden yetmişe her yaşta okura ilham verecek denli yaratıcı ve eğlenceli.

Kendi yolunu kendi çizenlerin, dünya tarafından ezilmektense dünyayı dize getirmeye yeltenenlerin Maxten öğrenecek çok şeyi var!



Thursday, October 3, 2013

Hastalık Halleri

Yaklaşan havaların etkisi ile, 2013 sonbaharının ilk hastalığına yakalanmış buluyorum. Lütfen alkışlamayın.

Peki bu halsiz, beynimin yarısı burnumdan çıkmış durumdayken neler yapıyorum yazmadan olmaz.


Kitap



 On Üç Yıl Sonra'yı okuma ne zamandır planımdaydı. Bir önceki kitabı olan Oniki'yi bayağı bir övmüştüm hatırlarsanız, ikinci kitabı da en az onun kadar iyi olacak diye umuyorum. Ancak daha henüz yüzüncü sayfasına gelebildim. Bu aralar kitap okuma hızım yine yerlerde sürünüyor anlayacağınız. Bari şu hastalıktan sonra eski okuma hızıma kavuşayım, lütfen!

On Üç Yıl Sonra'nın konusu bir önceki kitaptan biraz daha değişik, iki yeni baş karakter ekleniyor hikayeye. Aleksey yine bizimle tabii ki. Bakalım neler olacak, ben de heyecanlıyım.

Yorumunu yapmak için sabırsızlanıyorum diyebilirim. Bunun gibi bir serinin daha da popüler olması gerekiyordu bana kalırsa, siz benim tavsiyeme uyup okuyabilirsiniz bence.



Film



Sonunda izlemiş bulunmaktayım. Kurt Sürüsünü nasıl özlemiş bilimezsiniz. Hangover Part III, sanki diğer iki filme kıyasla daha az komikti gibi. Bu filmde biraz daha macera, bir final havası vardı ama yine de oldukça komikti. Özellikle filmin sonunda gülmekten boğuluyordum.

Hangover serisini herkes beğenmese de benim favori komedi filmlerim arasında. Bu tür geceden kalma olaylara bizzat tanıklık ettiğim için daha da bir komik oluyor. Oyuncularıyla, çekimleriyle, replikleriyle oldukça doyurucu bir film bana göre.

Bu tarz filmlerde biraz sanatsallıktan uzaklaşmak gerekiyor. Zaten bir komedi filmi, en fazla ne bekleyebilirsin ki? Yine de alanının en başarılı sinematik ögelerini barındırıyor Hangover Part III. Yönetmenimiz Todd Phillips,beni Due Date ve Project X'te de hayal kırıklığına uğratmamıştı.

Batteniyenize sarılırken eğlenebileceğiniz bir yapım. Tavsiye ediliyor.





Dizi



Arrow'un son bölümünü de devirdikten sonra "Bundan sonra beni ne keser ki?" yanıtının cevabı oldu Hemlock Grove. Yine ölüp biteceğim bir seri. Bu sefer Netflix'ten.

Beni diziyi izlemeye iten, kesinlikle afişiydi. Açıkçası kurt adam olgusu diziye başlamadan önce biraz soğumama neden oldu. Bir tane daha Teenwolf vakası kaldıramayacaktım bu hasta halimle. Sonra dizinin yanında +18 imgesini görünce dedim ki bu bir ergen dizisi olmasa gerek. İlk bölümden sonra bir afalladım, dedim ki ben az önce ne izledim öyle?! Dizinin konusunu beyazperde'de söyle geçiyor,
 Pennsylvania'nın küçük bir kasabasında genç bir kızın parçalanmış halde bulunan cesedinin sorumlusu olarak bir kurt adamın görülmesi, kasabada büyük korku yaratır. Katili bulmak için yola koyulan Roman, aynı zamanda cinayetin şüphelilerinden de biridir. 

Cabin Fever,
Hostel, Hostel: Part II ve The Last Exorcism gibi bir çok yapımla korku fanlarının yakından tanıdığı bir isim olan Eli Roth'un yapımcı ve yönetmen olarak imza attığı dizi 13 bölümden oluşuyor. Netflix'de yayınlanacak olan dizi Brian McGreevy'nin romanından uyarlanmış.


Size bu dizinin neden iyi bir dizi olduğunu şöyle maddeleyeceğim:
  • Gizemli, anlaşılmaz ve merak uyandıran bir konusu var
  • "Kaliteli" kelimesinin çok ötesinde oyuncular var
  • Görüntüler inanılmaz
  • Günümüzde geçmesine rağmen yakalanan vintage havası diziye ayrı bir imaj katıyor
  • Fantastik yaratıklar, her zamankinden daha inanılmaz
  • Kan göstermekten çekinmiyorlar
  • Baş karakterimizin liseli olmasına rağmen bir liseli dizisi değil

ve yakışıklı oyuncuları da unutmamışlar desem, diziyi izlememek için bir neden sayamazsınız herhalde?
Baş rolleri X Men'den aşina olduğumuz, bir zamanlar herkesin hayran olduğu Famke Janssen;

yakında abilerini bile sollayıp geçecek, endamına ölünecek, Bill Skarsgard ve daha önce rast gelmemiş olduğum, kısa sürede sevdiğim Landon Liboiron paylaşıyor.

Dizinin ilk bölümlerinde hiçbir şey anlamayacaksınız, bu herkesde oluyor panik yapmayın. İzlerken "Upir ne ya, Roman'ın annesi ne ayak, onun kardeşi ne öyle, bunun kurt adam olduğunu nasıl anladılar, sen kimsin oğlum!!" gibi cümleler havada uçuşuyor. Diziye yapılan yorumlar genelde "6. bölüme geldim hala bi şey anlamadım ama dizi çok güzel" tarzında. Evet, dizi gerçekten fazlasıyla güzel. Özellikle kurt adam dönüşümü sahnesinde ağzım açık baktım. Hiç bu kadar detaylısı çekilmemişti sanırsam. Eli Roth kankim iyi iş çıkarmış.

Ayrıca bir de dizimizin kitabı varmış Türkçe basımının çıkacağını hiç zannetmiyorum, umuyorum ki yakın bir zamanda orijinal dilinden okuyabilirim.

Not: Hayranı olmuş olduğum Bill Skarsgard sizce de Hannibal Lecter ve Austin Butler'ın birleşimi gibi değil mi?