Sunday, November 30, 2014

Edebiyatın Müziği: Eleanor & Park, Şarkı Listesi



Hatırlarsanız, birkaç gün önce Rainbow Rowell imzalı Eleanor & Park isimli kitabı okumuştum (yorumu için tıklayın) ve kendisi en sevdiğim genç-yetişkin kitapları arasına girmişti hemen.

Rainbow Rowell, her dakika takılmak, sürekli muhabbet etmek isteyeceğim biri gibi; kadın inanılmaz yazıyor, çizgi-romanlara bayılıyor, espriden anlıyor ve dar görüşlü biri değil. Tüm bunlar onu sevmem için yeterken, E&P kitabında bir özelliği daha öne çıkıyor: olağanüstü müzik zevki.

Rowell, kitabı yazarken aynı zamanda birkaç şarkı listesi de hazırlamış. Zaten, E&P'yi okuyanlar bilir, romanın içinde bir sürü güzel şarkı ismi geçiyor. Ama yazar bununla sınırlı kalmamış ve bize Park'a ve Eleanor'a ait dört adet playlist hazırlamış, ayrıca Eleanor&Park'ın soundtrackini de yayınlamış.

Kitabın incelemesini yazarken bahsetmeyi unutmuşum; Eleanor ve Park'ın hikayesi seksenli yıllarda geçiyor. Yani şarkılarda, haliyle, o zamanın şarkıları. "Benim post-punk'la, alternatif rock'la pek işim yok" diyorsanız, bu listeler pek de sizlik olmayabilir. The Cure ile yatıp kalkıyorum, U2 tişörtleriyle geziyorum diyenlerdenseniz, sizin aşık olabileceğiniz şeyler var burada!

Saturday, November 29, 2014

İnceleme: Aleve Dokunmak/Touch the Flame


Kitap: Aleve Dokumak
Orijinal Adı: Touch the Flame
Yazar: Zoran Drvenkar
Yayıncı: ON8
Goodreads Puanı: 3.58
Sayfa Sayısı: 251

Babamın ne düşündüğünü bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Tek bildiğim, kilometreleri tek bir 
hedefe, birbirimizden ayrılmak hedefine ulaşmak için yutacağımız ve yol boyunca susacağımız. Ben tespihböceği gibi içime kapanmış, walkmanimi dinliyorum; babam da kolunu camdan sarkıtmış, aynalı güneş gözlüklerinin ardından, akmakta olan manzaranın zevkini sürüyor. Mükemmel bir takımız biz.

Lukas, annesinin ısrarı üzerine, yedi yıldır görmediği babasıyla bir hafta geçirmeyi kabul eder. Yüklendiği tek bir sırt çantası ve bin çelişkili duyguyla çıkar yola: Bol kırgınlık, bol merak, belleğin 
izin verdiği oranda da eser miktarda sevgi. Zaten bu evlere şenlik baba ve onun kara mizah dolu ailesiyle yüzleşirken, ne hissettiklerinden bir şey anlar insan, ne de düşüncelerinden. Berlini Hamburga bağlayan karayolu, kulaklıklardan sızan U2 tınılarını dinlerken, belki de en ilginç ikililerden birine ev sahipliği yapıyor... ve okur daha bir olaya, bir duyguya bile kendini kaptıramadan, karamboller art arda sıralanıyor. 

Babasından uzak büyümüş bir oğul, ailesini terk etmiş bir baba. Belki de son kez görüşecekler. 
Üstelik, bu ailenin sözü edilmez bir karanlık geçmişi var ki, dalıverdikleri akla zarar kovalamacayı 
ve havada uçuşan yumrukları açıklamaya yetiyor... Alman edebiyatının özgün sesi, Onlardan Birinin sevilen yazarı Zoran Drvenkar, yine zamanı akışına yabancılaştırırken soruyor: İki yabancının birbirini tanımak için kaç güne, kaç kilometreye ihtiyacı olabilir?





Wednesday, November 26, 2014

Her Açlık Oyunları Hayranının Anlayacağı Grafikler

Mockingjay: Part 1 nedeniyle bu aralar fanlığımız en tepe noktada.
Sevgili Buzzfeed, bizler için tam on iki adet The Hunger Games grafiği hazırlamış -ve çok da tatlı olmuş- ben de yazıyı sizinle de paylaşayım dedim.
"Aç mısınız? Biraz pasta grafik alın" gibi samimi bir espri ile giriş yaptıkları yazı, tüm HG hayranlarına hitap eder biçimde.



Grafikleri incelemek için buraya tıklayabilirsiniz.
Keyifli okumalar! 

Tuesday, November 25, 2014

İnceleme: Eleanor & Park


Kitap: Eleanor & Park
Yazar: Rainbow Rowell
Yayıncı: St. Martin's/Orion
Goodreads Puanı: 4.18 (206.645 oy)
Sayfa Sayısı: 328


Two misfits.
One extraordinary love.

Eleanor
... Red hair, wrong clothes. Standing behind him until he turns his head. Lying beside him until he wakes up. Making everyone else seem drabber and flatter and never good enough...Eleanor.

Park... He knows she'll love a song before he plays it for her. He laughs at her jokes before she ever gets to the punch line. There's a place on his chest, just below his throat, that makes her want to keep promises...Park.

Set over the course of one school year, this is the story of two star-crossed sixteen-year-olds—smart enough to know that first love almost never lasts, but brave and desperate enough to try.





Monday, November 24, 2014

İnceleme: Açıkta/Intemperie


Kitap: Açıkta
Orijinal Adı: Intemperie
Yazar: Jesus Carrasco
Yayıncı: Delidolu Yayınları
Goodreads Puanı: 3.89
Sayfa sayısı:158


AÇIKTA, Madrid Kitapçılar Birliği tarafından 2013'te yılın kitabı seçildi.

“Çobanı düşündü. Duvarın dibinde uzanmış, son nefesini verirken getirdi onu gözünün önüne. İsa ikonunun tepesinde ya da kale gözetleme deliklerinde yerlerini almış, sessizce o anın gelmesini bekleyen kargaları düşündü… Su olmadığı için çıldıran keçileri… Kaçmayı başaramazsa kendisinin de aynı kaderi yaşayacağından emindi artık. Bu kolona bağlı halde ya susuzluktan ya açlıktan ölecekti. Bir teselli bulma umuduyla ailesini düşündü ama bu da işe yaramadı; onu ta buralara sürükleyen bizzat kendi kökleriydi.”

Açıkta, kuraklığa mahkûm olmuş ve şiddetle yönetilen bir ülkedeki küçük bir çocuğun oradan oraya savruluşunu anlatır. Ne isimlerin ne tarihlerin olduğu; ahlâkın, son zerresine kadar buharlaşan su gibi sükût ettiği kapalı bir dünyadır bu. Hâlâ bir kurtuluş umudu olan çocuk ya sağduyunun en ilkel basamaklarına adım atma fırsatını bulacak ya da hep beslendiği şiddete sonsuza kadar teslim olacaktır.



Mockingjay: Part 1, Interstellar ve Hafta Sonu Okumaları

The Hunger Games: Mockingjay - Part 1




Her ne kadar insanlar serinin en sıkıcı kitabı olduğunu söylese de ben, Alaycı Kuş'un en özel kitap olduğuna diretiyorum, direteceğim de. Bu nedenle de filmi hayli büyük bir umutla bekliyordum. Cuma günü otobüse atlayıp İstanbul'a gittim ve adam gibi bir sinemaya girmek istediğimden, her ne kadar alışveriş merkezlerini çekemesek de, Zorlu'dan aldık bileti abimle. Filmin curved ekranlı salonda gösterilmesi de bal kaymak oldu tabii. Sonuç olarak kaliteli bir salonda izlediğim için Alaycı Kuş'u mutlu oldum.

Gelelim filme. Bana göre, kuşkusuz, serinin en güzel filmiydi. Gerek görüntüler, gerek sesler, gerek oyunculuklar almış başını götürmüş. Yer yer gözlerim doldu, koltuğuma sindim ve iç çekerek baktım ekrana. Kitapta olmayan bölümler vardı tabii; ancak yönetmen işi iyi üstlenmiş. Ben izlerken filmde hiç bir sıkıntı görmedim, bana batan bir yer olmadı (belki Finnick'e biraz daha yer verilseydi...). İç savaşın başlangıcı, direniş ve Capitol'ün mıntıkalara yaptıkları ruhumu yerden yere vurdu; anarşist duygularım beynime sıçrattı resmen. 

İkinci bölümden kat kat daha umutluyum. Güzel bir kapanış olacağını biliyorum ve yönetmene güveniyorum. Ayrıca ilk iki filmde Josh Hutcherson'dan hiç haz etmemiştim; o da bu filmde döktürmüş. Toplamında, bir başyapıt ortaya konulmuş. Sinemayı terk ettikten sonra saatlerce "Are you.. are you.." diye The Hanging Tree'yi mırıldandım. Şimdi 20 Kasım 2015'e gün saymaya başlıyorum.


Interstellar



Ah... bu film, bu film. 
Hakkında yazmaya nereden başlasam bilemiyorum. Üzerine konuşulacak çok şey var; öyle ki, filmin öncesinde de sonrasında da, oturup günlerce, saatlerce film hakkında fikir belirttik ve internetten öğrendiğimiz bilgileri paylaştık. Okuduğum yazılar ve abimin anlattıkları sonucu şu an Interstellar hakkında gerekli gereksiz bir sürü şey biliyorum. Örneğin filmin analog kamerayla çekildiğini, yeşil perde kullanılmadığını, filmin bazı sahnelerinin gerçekten uzayda çekildiğini, filmin gösterime girebilmesi için tüm dünyadaki IMAX projeksiyonlarının değiştiği, oyuncuların ve yönetmenin Kip Thorne ile çalıştığını ve her şeyin fizik kurallarına uygun olduğunu beş-on kez okuyup duymuş durumdayım. 

Peki film, hakkında bu kadar şey yazıp çizmeye değer mi yoksa biraz abartılmış mı?

Bana kalırsa filmin, daha da abartılması gerekiyor. Interstellar, kesinlikle hayatımda izlediğim en güzel bilim-kurgu ve belki izlediğim en güzel film bile olabilir. Oyunculuklar, çekimler, ses efektleri, kurgu; hepsi olağanüstüydü. İstisnasız hepsi olabilecek en yüksek kalitedeydi. 

Bilim-kurguyu seviyorsanız, bu film kuşkusuz sizin ilk üçünüze girecek. Zaten biraz nerd kılıklı olan herkes filmi kutsal kabul edecektir. 

Filmden "hiçbir şey anlamadım" diye çıkacak insanlar olabilir, eğer bilimle bir alakanız yoksa anlaması zor gelebilir; zira film evren, kara delik, solucan deliği ve boyutlar gibi şeylerin bir hayli derinine iniyor. Film, üç saate yakın olmasına rağmen tek bir dakikasında bile sıkmadı. Güldürdü, ağlattı, korkuttu, sarstı; her şeyi yaptı. Bir sürü şey anlattı ve emin olun ki izleyenlere birçok şey kattı. Keskin diyaloglar ve özenle tasarlanmış karakterlerle izleyebileceğiniz en güzel filmler arasında girdi.

Eğer hala izlemediyseniz, bu filmi sinemada izleme şansını asla kaçırmayın ve imkanınız varsa mutlaka IMAX'de izleyin. 


Eleanor & Park ve Açıkta 

Bir kitap daha okuyor olmama rağmen, şu an ondan bahsetmek istemediğim için size hafta sonu bitirdiğim Açıkta ve sonuna yaklaştığım Eleanor & Park hakkında biraz konuşmak istedim.

Art arda, birbirinden daha farklı kitap okuyamazdım herhalde. İkisinin de yazısı çok yakında gelecek ve ikisini de anlatmayı gerçekten çok istiyorum. Özellikle Eleanor & Park için anlatacağım çok şey var gibi geliyor, duygularımı toparlayabilirsem şayet. 

Yolculukta kitap okumayı gerçekten seviyorum çünkü dikkatimi bozacak fazla bir şey olmuyor, bu da beni kitabın içine sürüklüyor. Tabii, sıkıcı ve darlayan kitaplar okumak da bazen yolculuğun büyüsünü paramparça edebiliyor. Neyse ki, okunabilir kitaplar seçmişim ve bundan dolayı da hoş şekilde seyahat ettim. 

Söylenecek çok söz, tartışılacak çok konu var; ancak ben bir başlarsam konuşmaya kendimi tutamayıp kocaman bir kitap incelemesi atarım ortaya. Ama onların zamanı var. Ayrı yazılarda, yakında, sizi -umuyorum ki-güzel yazılarla rahatsız edeceğim.

Benim hafta sonum İstanbul dolu ve bu saydıklarımı içerecek şekildeydi. Umarım sizin de güzel bir tatiliniz, mutlu günleriniz olmuştur.
Daha güzel hafta sonlarına!
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere...



BU ARTIK BİR “ŞEREF MESELESİ”!

Her yıl yüzlerce dizi reyting pastasından kendine kalın bir pay almaya çalışırken, bunların büyük bir çoğunluğu reyting kurbanı olarak ekrana veda ediyor. Hatta öyle ki bugün için daha yayına girdiğinden haberimizin bile olmadığı bir dizinin yayından kaldırıldığı haberini görüp “Böyle bir dizi mi vardı?” diyoruz.

Büyük umutlarla başladığı dizisi yayından kalkan kanal, yapımcı, ekip kuşkusuz büyük bir hüsrana uğruyor. İşin cilvesidir ki bu durumdan mutlu olan bir taraf var: Yayındaki dizinin reytinge kurban gitmesini ve böylece onun yerini almayı bekleyen diziler. Bu sebeple artık iddialı yapımlar yeni sezonda ya da ara sezonda değil, ihtiyaç hâlinde her an taze kan olarak yayına girebiliyorlar. Bu yılın taze kanlarından biri de “Şeref Meselesi”.

Bir süredir Kanal D ekranında tanıtımları sıkça dönen “Şeref Meselesi”, nihayet bu Pazar akşamı saat 20.00’de izleyiciyle buluşacak. Hürriyet Bumerang’ın davetlisi olarak salı akşamı dizinin Kanyon’da gerçekleştirilen galasına ben de katıldım ve oyuncularıyla birlikte ilk bölümü izleme fırsatı buldum. Gala âdeta bir film gösterimi havasındaydı ve medyanın geceye büyük ilgisi vardı. Gösterimden önce, yaklaşık bir saat boyunca basına poz veren oyuncuları gördükçe yaptıkları işin aslında ne kadar zor olduğunu bir kez daha düşündüm. Bu fasıl da tamamlandıktan sonra koltuklarımızda yerimizi aldık. Işıklar karardı, film başladı…

“Şeref Meselesi”ni yaklaşık iki saat boyunca hiçbir şey düşünmeden, pürdikkat kesilerek izledim… Zaman zaman güldüm, zaman zaman öfkelendim, zaman zaman gözlerim doldu, zaman zaman olacaklar konusunda tahminlerim oldu. Televizyon izleyicilerinden önce, davetlilerle aynı salonda diziyi seyretmem izleyicilerin reaksiyonunu görmemde ve dizinin göreceği ilgiyi tahmin etmemde bana fikir vermiş oldu.

“Şeref Meselesi” bir defa alabildiğine gerçek, hayatın içinden. Balıkesir’de yaşayan Kılıç Ailesi’nin İstanbul’a taşınmasıyla başlayan bu hikâye eminim ki izleyenleri peşi sıra sürükleyecek. Yayımlanmadan önce ipucu vermem doğru olmaz ancak birinci bölüm bittikten sonra izleyiciyi bir süre kendine gelemeyecek.

Dizinin modern, genç yüzlerden oluşan kadrosu ilk anda göze çarpıyor.  “Şeref Meselesi”, bana kalırsa bu yılın en başarılı oyuncu kadrosuna sahip dizisi. İlk dizi yönetmenliği tecrübesini “Güneşi Beklerden”de edinen Altan Dönmez, ikinci dizisinde de Kerem Bursin ile yoluna devam ediyor. Öyle ki kısa sürede kendine büyük bir hayran kitlesi edinen Bursin’in “Yiğit” karakteriyle yine beğeni kazanacağını düşünüyorum. Ancak bana kalırsa uzun vadede bu dizinin yıldızı Şükrü Özyıldız olacak. Daha önce birkaç dizide izleyicinin karşısına çıkan Özyıldız’ın sahip olduğu jön ışığının doğru bir projeyle daha da parlayacağını düşünüyordum ki nihayet genç oyuncu hak ettiği türden bir yapımda yer alıyor. Bir bütün olarak sanki Yiğit’in yanında biraz sönükmüş gibi ifade edilse de Özyıldız’ın hayat verdiği “Emir” karakterinin sınırlarını aşacağı su götürmez bir gerçek. Genç oyuncunun gösterimin ardından gece boyunca seyircilerin yanında kalarak fotoğraf çektirdiğinin ve alçakgönüllü tavırlar sergilediğinin altını da çizmek isterim.  Bu arada, doğrusu Yiğit-Emir kardeşler benim aklıma doğrudan Kuzey-Güney kardeşleri getirdi ama bu bir tesadüften ibaret olsa gerek. Sonuçta dizi İtalyan uyarlaması.

Son dönemin genç ve başarılı isimlerinden Yasemin Allen’ın “Sibel” karakteriyle yükselişini devam ettireceği şüphesiz. Geçtiğimiz aylarda sinema filmi için verdiği bir tv röportajında Şükran Ovalı’yı izlemiş ve “Yakında alır yürür” demiştim. “Derya” karakteriyle Ovalı’yı dizide görmek beni oldukça mutlu etti. Bir diğer karakter olan Kübra’ya ise Burcu Biricik hayat veriyor. Biricik, zarafetiyle galanın en dikkat çeken isimlerinden biriydi. Kübra, silik karakteri nedeniyle beni şimdilik pek çekmedi fakat ilerleyen bölümlerde belki de kabuk değiştirir. Belli mi olur?
Oyunculardan bu kadar bahsetmişken Tilbe Saran’dan bahsetmemek olmaz. Emir ve Yiğit’in annesi Tilbe’yi canlandıran Saran, oyunculuğuyla daha ilk bölümde akıllarda yer etmeyi başardı. Bir ara, duyduğumuz sesin kendisine ait olduğundan tereddüt edip duyduğum sesle Tilbe’nin ağız hareketleri arasındaki senkronun tutup tutmadığına odaklandım. Aynı zamanda seslendirme sanatçısı olduğu bilgisini de edinince o güzel sesin bizzat kendisine ait olduğunu anladım. Tabii aile reisi Hasan Kılıç’ı canlandıran Şerif Erol’u da es geçmemek lazım. Erol’un hayat verdiği iyi aile babası Hasan, izleyiciyi çok sarsacak. Bu dizide iyiler seviliyor, kötülerden nefret ediliyor, karakterler seçiliyor, taraflar tutuluyor. O kadar sürükleyici ki izleyici de bir şekilde kendini dizide buluyor.
“Şeref Meselesi”ne ait değinilmesi gereken bir husus da tekniği. İlk bölümdeki yüksek prodüksiyon, helikopter çekimleri, kamera takipleri âdeta bir sinema filmi izliyormuş etkisi yarattı. Dilerim ki aynı özen ve titizlik bundan sonraki bölümler için de geçerli olacaktır. Ne de olsa birçok dizi ilk bölümüyle yarattığı büyük beklentiyi ilerleyen zamanlarda karşılayamadığı için izleyicileri hüsrana uğratabiliyor. Ancak dizinin çok iyi bir teknik ekibe sahip olduğu da ortada. Görüntüsü, sesi, ışığı, sanat yönetimi, kostümüyle D Productions son derece kaliteli bir prodüksiyona imza atmış. Senaryonun güçlü bir kalem tarafından uyarlandığı ve olay örgülerinin yüksek zekâyla birbirine bağlandığı hissediliyor. Bu arada, İtalyan esintileri taşıyan dizi müziğini çok beğendiğimi de sözlerime eklemeliyim. Hatta yayımlandığı takdirde gidip ilk kez bir dizi müziği albümü alacağım.
Doğru bir stratejiyle pazar akşamı 20.00’de yayımlanacak dizi sadece izleyici için değil, aynı zamanda reyting yarışında yer alan Kanal D için de bir tür “Şeref Meselesi” olacak. Temennim bu “mesele”nin çok uzun süre kapanmaması yönünde.

Pazar akşamları görüşmek isteyen arkadaşlarım şimdiden kusuruma bakmasınlar çünkü halledilmesi gereken önemli bir “mesele” var.
Bu içerik http://www.diliminayariyok.com/ tarafından hazırlanmıştır.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

Wednesday, November 19, 2014

Manga İncelemesi: Wolf Girl and Black Prince



Adı:
Wolf Girl and Black Prince
Orijinal Adı: Ookami Shoujo to Kuro Ouji
Tür: Shoujo, Komedi, Okul
Cilt Sayısı: 10


Baş kız karakterimiz Erika Shinohara kız arkadaşları arasında ilgi görmek ve gruba dahil olmak adına her şeyi yapmaya hazırdır.

Arkadaşlarının yaptığı tek şey erkek arkadaşları hakkında konuşmaktır ve Erika'nın bir sevgilisi olmadığından dolayı hep kendini kötü hisseder. O da hayali bir erkek arkadaş yaratır ve arkadaşlarına sevgilisi hakkında tonlarca şey anlatır, kızlar bir noktadan sonra onun yalan söylediğini anlar ve bir kanıt ister. Erika da çözümü, bir erkeğin fotoğrafını göstermekte bulur. Yolda yürürken yakışıklı bir çocuğun gizlice fotoğrafını çeker ve bu fotoğrafı kızlara gösterir, bilmediği şey ise bu çocuğun, okulun en popüler gençlerinden biri olan "prens" lakaplı Kyouya Sata olduğudur.
Kızlar çocuğu tanır ve dedikodular başlar. Erika ise rezil olmamak için Kyouya'ya gidip yaptığı şeyi anlatır, Kyouya da ona, sahte sevgili rolü yapabileceğini söyler; ancak tek bir şartı vardır: Erika'nın onun köpeği olması.


Sunday, November 16, 2014

Dinlenmesi Gereken Parçalar: Tokyo Ghoul OST

Hatırlarsanız, geçtiğimiz ay Tokyo Ghoul adlı inanılmaz anime hakkında bir tavsiye yazısı yazmıştım. Yazının sonunu da animenin opening'iyle bitirmiştim. İkinci sezon için gün sayarken, Tokyo Ghoul OST başlıklı bir yazı yazıp aşkımı tazeleyeyim dedim.



Animenin opening parçası Unravel, otakular arasında bir hayli popüler (hala dinlemediyseniz sizi şöyle alalım). Youtube'da metalinden dubstepine, piyanosundan kemanına her türlü coverını bulmanız mümkün. Şaşırılmaması gerek, çünkü parça gerçekten çok güzel. Ben sözlerini ezberledim bile, her gün bir doz almasam olmuyor.

Tabii animenin müziği Unravel'dan ibaret değil. Unravel ayarında, hatta ondan çok daha güzel parçalar bile var. Dinlediklerimden örnek vereyim dedim ben de. İşte diğer inanılmaz parçalar da şöyle:

İnceleme: Bakarsın Bulutlar Gider +ÇEKİLİŞ


Kitap: Bakarsın Bulutlar Gider
Orijinal Adı: Acciaio
Yazar: Silvia Avvalone
Yayıncı: Parodi Yayınları
Goodreads Puanı: 3.36 (1.578 oy)
Sayfa Sayısı: 398


Sonra dönüp dedim ki kendime: Üzülme. Unutacaksın her şeyi...' 

Kartpostallardaki görüntü aldatıcıdır. Acımasız tarafıysa aldandığımız şeylerin hep daha güzel olmasıdır. Anna ve Francesca... Güzellikleriyle akılları baştan alan iki genç kız. Bir yanda tüm hırçınlığıyla sürüp giden yaşam, diğer yanda umutlar... Bakarsın Bulutlar Gider, pusulası şaşmış bir toplumda büyümeye çalışan iki genç kızın hayallerini, tutkularını, aşklarını ve sonsuza dek sürecek dostluklarını anlatan muhteşem bir hikâye. 

'Elinizde tuttuğunuz ya da inceliyor olduğunuz bu kitap; tüm özgür ruhlar için yazılmıştır!'
 -Kirkus 
'Bir edebî başyapıt. Hikâye, sesi huzur veren bir nehir gibi çağlıyor.'
 -Caterina Soffici



Monday, November 10, 2014

10 Kasım


10 Kasım. Mustafa Kemal'in sadece bedenen aramızdan ayrıldığı gün.

Atatürk, çağdaşlıktır.
Atatürk, bilimdir, sanattır.
Atatürk, eşitliktir, hukuktur.
Bir ideolojidir Atatürk, bu nedendendir ki onu yalnız maddesel olarak görmek de imkansızdır.
Bedeni toprağa karışsa da, Atatürk, fikirleriyle, eserleriyle, bize bıraktığı cumhuriyet ile sonsuza dek içimizde yaşayacaktır.

Bugün de, her gün gibi, Mustafa Kemal'i saygıyla anıyoruz.


Sunday, November 9, 2014

İnceleme: The Shock of the Fall


Kitap: The Shock of the Fall
Yazar: Nathan Filer
Yayıncı: The Borough Press/Harper Collin's
Goodreads Puanı: 3.85 (10.907 oy)
Sayfa Sayısı: 310


Winner Of The Costa Book Of The Year 2013

"I'll tell you what happened because it will be a good way to introduce my brother. His name's Simon. I think you're going to like him. I really do. But in a couple of pages he'll be dead. And he was never the same after that."

There are books you can't stop reading, which keep you up all night.
There are books which let us into the hidden parts of life and make them vividly real.
There are books which, because of the sheer skill with which every word is chosen, linger in your mind for days.
The Shock of the Fall is all of these books.

The Shock of the Fall is an extraordinary portrait of one man's descent into mental illness. It is a brave and groundbreaking novel from one of the most exciting new voices in fiction.


Seri Tanıtımı: Ten Tiny Breaths



Birkaç gün önce incelemesini yaptığım, aynı zamanda aranızdan 3 kişiye de hediye edeceğim On Küçük Nefes (inceleme ve çekiliş için tıklayın), dört kitaplık bir serinin ilk romanı. Diğer kitaplar da ilk kitap kadar ilgi çekici ve güzel gibi görünüyor; ben de bundan dolayı seriyi beraber tanıyalım dedim.

Thursday, November 6, 2014

İnceleme: On Küçük Nefes +ÇEKİLİŞ


Kitap: On Küçük Nefes (Ten Tiny Breaths #1)
Orijinal Adı:Ten Tiny Breaths (Ten Tiny Breaths #1)
Yazar: K.A. Tucker
Yayıncı: Hyperion Yayınları
Goodreads Puanı: 4.21 (38.452 oy)
Sayfa Sayısı: 289

Sadece nefes al Kacey. On küçük nefes. İçinde Tut. Hisset. Sev.

Dört sene önce sarhoş bir sürücünün neden olduğu trafik kazasında annesiyle babasını,erkek arkadaşını ve en yakın kız arkadaşını kaybeden Kacey Cleary'nin hayatı yerle bir olmuştu. 

Hâlâ kazadan sonra arabanın içinde sıkıştığını anı ve annesinin son kez aldığı nefesi hatırlayan Kacey, geçmişini geride bırakmak istiyordu. İki otobüs bileti alan Kacey ve on beş yaşındaki kız kardeşi Livie,hayatlarına yeniden başlamak üzere Michigan'dan kaçıp, Miami'ye gelmişlerdi.İlk başlarda,geçim sıkıntısı çektikleri hâlde, Kacey endişeli değildi. Her şeyin üstesinden gelebileceğini düşünüyordu. 
Tek istisna, 1D dairesindeki gizemli komşularıydı.

Dumanı tüten bir romantizm…
-KirkusReviews-
GoodreadsChoice Nominee for Best Romance(2013)





Monday, November 3, 2014

Ne Okuyorum?


   K. A. Tucker imzalı On Küçük Nefes, çıkmasını uzun zamandır beklediğim kitaplardan biriydi. Sonunda elimde, epeydir New Adult okumuyordum, değişiklik oldu. Yakında yorumunu bir çekilişle beraber blogta bulacaksınız, bence eğlenceli bir yazı olacak çünkü kitap hakkındaki düşüncelerim karman çorman!

   On Küçük Nefesi'i en kısa zamanda bitirmeyi planlıyorum, şu an olaylar tam dönüm noktasında ve haliyle de merak uyandırıcı bir yerdeyim. Bakalım beni nasıl bir son bekliyor.

   Çok yakında, yeni yazılarda görüşmek üzere!
Bol kitaplı günler.